”Nomadland” Kritiği
in

Yeni bir film keşfettim. Benim için Nomadland bir terapist niteliğinde olacağını itiraf etmeliyim. Yolda olduğumu ve bunun asilliğinin her an farkında olmam gerektiğini hatırlatan, kendime gelmeme yardım eden bir film. Forest Gump gibi motivasyonumu tutacak ve besleyecek bir film.

Yönetmen Chloe Zhao sahneleri çekerken gerçek yaşamı tam anlamıyla estetize etmeye çalışmış ve buna kurgusal bir şey de eklememiş gibi. Sahne geçişleri bir anı, bir düşünceyi, bir duyguyu tutmak için duraklıyor bile diyebilirim.

Filmin akışı bir hikaye üzerinden ilerliyor tabiki ama hikayenin etrafında herkesin kendi hayatında bulacağı özlem ve hüzne odaklanmamak elde değil gibi. Çok kısa bahsedecek olursam emekli olmayı göze alamayan, çalışmayı göze alamayan, yoksulluğa indirgenmiş gri saçlı orta sınıf gayretli kişilerin yolculuğunu izliyoruz. Göçebe yaşayan bu insanlar Amerikan vatandaşı. Kapitalist sistemde birer loser olmuşlar ama hayata yeni bir bakış edinmeyi başarmışlar. Barlarda, restoranlarda çalışarak günü kurtarmaya odaklanmış hayatlar. Bu şekliyle biraz Gazap Üzümleri (John Steinbeck) gibi gezgin işçiler tarafından aranan hikayeye benzetilebilir. Ama bu filmde hayatta kalma mücadelesinden ziyade bir kendini bulma yolculuğu işlendiğini söyleyebilirim. Daha çok yola devam etmek için benzin paralarını çıkarma. İçinde yaşadıkları karavanlarda ülkeyi dolaşan, mevsimlik iş arayan yeni bir Amerikan kabilesi diyebiliriz.

Çok ilginçtir mevsimlik tarım işçiliği yerini mevsimlik Amazon deposu işciliğine bırakmış. Bu anekdotun yanında yaşadıkları atipik yaşam hakkında içgörüler sunan gerçek hayattaki göçebeleri gösterdiğini de söyleyebilirim.

Ancak başka bir nüans daha var. Göçebeler yalnız değiller. Birbirlerine sahipler. Sürekli hikayelerini birbirine anlatıp yolda olmanın mutluluğundan bahsediyorlar. Bu sahnelerde izleyici olarak ben de o hikayelerin anlatıldığı yerde, kamp sandalyesine oturmuş hikayeleri dinlemek çok istedim. Gün batımı serin havada, arazinin ortasında oturmuş halde olmak. 

Film boyunca Fern’in (ana karakter) seyahatlerini ve yeni keşfettiği yaşam tarzını güzel görüntülerle gösteriyor. Muhteşem gün doğumları ve gün batımları, tetikleyici bir etki yarattığını söyleyebilirim. Sadece görüntüler değil, gri saçlı insanların anlattıkları da nasihatten öte başarılı bir motivasyon konuşması olabilir. 

Bir kadın, kocasının yeni yelkenlisini suya götüremeden nasıl öldüğünü anlatıyor. Teknenin arka bahçelerinden hiç ayrılmadığı düşüncesine dayanamadığı için hayatı ıskalamama noktasında güzel bir hikayeydi.

Buna rağmen, film, ondan uzaklaşabileceğiniz çok çeşitli yorumlara ve fikirlere açık. Radikal göçebe ve anti-kapitalist görüşler de var. Bu yaşam biçiminde de bir dinginlik olduğu görüşü ise hep merkezde yer alıyor. Ama aynı zamanda bu dinginlik ile çelişen yalnızlık sorunsalı da gün yüzüne çıkıyor. Yeni yıl kutlamalarını belirtmek için uzaktan havai fişekler patlarken, Fern tek başına oturuyor ve minibüsünde titreyerek konserve yemek yiyor. 

Nomadland’i benzettiğim filmlerden biri de Mad Max. Tabi Mad Max’in tatlı ve olumlu bir versiyonu. Kamyonetler ve kamyonlarda dolaşan insanların sadece birbirlerine yardım etmek isteyen hippi ruhları olduğunu da izledim diyebilirim.

EN yoğun olarak benzettiğim şey ise Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanı oldu. Arkadaşının yasını tutan Selim Işık gibi Fern de yas tutuyor. Minibüsü ve yol, kocasının ölümüyle başa çıkmanın bir yolu olarak görüyor. Yaşadığı kayıp onu yolda olmaya itiyor. Sıradanlığı ve rutine katlanamıyor. İnsanları seviyor gibi görünüyor, belki de gerçekten seviyor. Buna emin değilim. Filmde insanlara katlanmak zorunda olduğu anlar da oludu. Ama toplumu veya istikrarı sevmediğini iyi gösteriyor. Filmdeki bir sahnede (finale yakın sahnelerden biri) kamera arkasında, mobilyaları, siluetini, pencereyi ve zar zor görülebilen ötesindeki dünyayı görüyoruz. Bu yaşam biçiminin onun için fazla derli toplu ve fazla kapalı olduğunun, dışarıdakinin zihinsel olarak çok uzak olduğunu hissediyor ve tekrar yola koyuluyor.

Filmin finali ise mükemmel bir tiratla bitiyor. 

-Bu yaşam tarzı ile ilgili en çok sevdiğim son bir veda olmaması. Burada insanlar elveda demezler. Yollarımız kesiştiğinde görüşürüz ve hep öyle olur. Tekrar görüştüğümüzde, işte o zaman yaşadıklarımızı birlikte hatırlayacağız.

Ekran kararır ve filmin sonunda bir başlık kartı bize filmin ‘ayrılmak zorunda kalanlara adandığını’ söyler.

Post Comments